KADINA ÖYKÜLER

Bu öykü kapalı kadın cezaevinde rüzgarın getirdiği tohumları toplayıp mazgalın altında biriken toprakta yetiştiren kadınlara ve onların yasak olduğu gerekçesiyle sökülen tekmelen bir dal yeşiline armağan edilmiştir.

 

BİR DAL YEŞİL

Tohum benim adım. Ne tohumuyum nerden geldim bende bilmiyorum. Gelmesi bana vaat edilen o büyük günde gözümü açtığımda havadaydım. Rüzgarın kucağında savrulurken beni bırakacağı kırlarda  sarılacağım toprağı hayal ediyordum. Belki de bir köy evinin bahçesine düşerim bir pencereye nazlı nazlı yanaşırdım. Yıllar yıllar sonra evden çıkan gelinlik kızlar kocayıp gölgeme gömülünceye kadar kim bilir kaç düğün ağırlar kaç bayram geçirirdim.

Belki de uçsuz bucaksız bir buğday tarlasına bırakıverecekti rüzgar beni. Kızgın güneşinde Anadolu’nun  bir ırgatın alın teriyle sulanacaktı toprağım. Aşıklar buluşacaktı gölgemde. Nazlı nazlı sallarken dallarımı ne sözler verilecek ne sevdalar yaşanacaktı. Kim bilir kimler kavuşacaktı dallarıma kuşlar konarken bahar sabahlarında. Kaç çocuk büyütürüm bilmem bir mahallenin ortasına düşüverirsem eğer. Dallarıma tırmanan o haytaların takılan uçurtmalarını almak için nasıl çabaladıklarını düşündükçe kendimden geçiyordum. Her işin zorluğu vardı liseli aşıkların ismini gövdemde taşımak kadar fedakar bir mahalle sakini olmak da benim vazifem olacaktı. Yükseliyordum. Belki de beni ormana bırakacaktı. Torosların o berrak havasında yanı başımda binlerce yüzbinlerce soydaşımla yaşayacaktım. Toprak beni besleyip büyütünceye kadar daha önce hiç kimselere dokunmadan ilk beni ıslatacaktı yağmur. Başım göğe yaklaşınca ve vakti zamanı geçince benim kuru bedenimin ,artık toprağa binlerce oğul bırakamayacak kadar eskiyince ben ,yaşlı bir oduncunun ellerinde ilk anımdaki gibi tekrar kavuşurum kara toprağa. Belki de yüz yılı aşacak bu hasret birkaç saatlik bir kavuşmayı doğuracak ,oduncu beni tamamen parçalayana kadar toprak  son kez öpecekti. Sonra soğuk  bir kış günü okuldan sırılsıklam  ıslanmış donen iki çocuğu kurulmak için atılacaktım sobaya. Ben yandıkça çorbaları kaynayacak ben yok olurken bile geride belki de koca bir orman bırakacak kadar tohum salmanın onuru taşıyacak çorbasını yudumlayan iki fakir çocuğun canına kan olacaktım.

Hayallerim bir yandan rüzgar bir yandan savuruyor savruldukça sarhoş olan ben bir an önce durmak istiyordum. Kolay olmadı. Hayatımın hayallerimden çok uzak olacağını yolculuğumun başlarında anlamıştım. Günlerce gecelerce yol aldım. Zaman zaman çoğaldım. Zaman zaman tek kaldım. Tam indim derken yeniden eteğine kattı rüzgar beni. O dur durak bilmeden günlerce dans ederken ben uçsuz bucaksız bozkırda kilometrelerce yol aldım. Ta ki benden bıkıp bir avluya salıncaya kadar. Düştüm. Buz gibi betona düştüm.

Ne bir köy ne bir tarla ne Toroslar ne haylaz çocukların oynadığı mahalledeydim. Bir kuşun kursağını doyuramamış bir aşığın saçlarını süsleyememiş yahut fark edilmeden de olsa bir ananın eteğine takılıp kendime sıcak ve yoksul bir bahçe bulamamıştım. Hayatım sadece savrulmakla geçmiş tohum olmanın getirdiği toprağı arzulayışım bir beton avluda son bulmuştu. Yağmurla kavuşmam yeşerip açmam için sadece bir avuç toprak bile yeterdi. Beton avluda kurumaya terkedilirken görüp göreceğimin bu kadar olduğunu sanıyordum. Yanılmışım. Nerden bilebilirdim bu dört duvar arasında elleri yağmur kokan kadınlar tarafından tekrar hayat bulacağımı…

Beton soğuktu. Üşüyordum. Kış günü kabuğumun içine kadar işleyen bu soğuk beni yok olmanın eşiğine getirmişti. Düşeli kaç zaman olmuş  ne günlerdir dansına eşlik ettiğim rüzgar gelmişti geri ne bir hayvan ne de insan. Nasıl bir yer burası diye düşündüm . Kaderin bana yazdığı role isyan ediyordum ki kuş cıvıltısını andıran sesler işitmeye başladım. İşte talih bana yeniden gülüyordu. Birkaç hayvan beni fark eder de belki karın doyurmanın erişilmez saadetiyle göçüp giderdim dünyadan. Ama yine yanılmıştım.

Birkaç dakika sonra koca demir kapılar büyük bir gümbürtüyle açıldı. Karanlığın içinden kuşların kanat çırpışlarını andıran siluetler belirdi. Sonra güneşi andıran gülüşler esmer adımlarla geldiler. Toprak gibi kokuyorlardı. Kadındı bunlar. Gülüşleri güldendi ,güzeldi gülüşleri ,umuttu. İçime umut doldu yeniden canlandım.

Çünkü biliyordum kadın doğumdu. Karnında saklar büyütür can suyunda besler ve vakti geldiğinde büyük bir çığlıkla armağan ederdi dünyaya.

Çünkü biliyordum kadın topraktı. Sarıp sarmalar yeşerene kadar gerekirse gözyaşlarıyla sulardı. Ve güneş doğmaktan vazgeçerse bir gün sesine ses katar gün açardı.

Gayrı bundan  böyle bana gam da keder de uzaktı. Kadın geldi ya , betonda yeşillenir çiçek açardı şimdi.

Tohumdum ben varoluşum umut için değil miydi ? Doğa beni toprağın koynuna ilk koyduğunda uyanışım baharı müjdelesin diye,  demlendiğim her vakit umudu taşımadım mı? Yarıp çıktığımda karanlığı ,güneşe ilk değişim yağmuru ilk hissedişim dünyaya yeşili haykırmadı mı ? Kar altında kalıp onun sularıyla yeşerdiğimde ,ben tohum her çiçek açtığımda bir kez daha haykırmıyor muydum yaşamı dünyaya. Adım tohumdu. Yaşamdım. Umuttum. Dirençtim.

 

 İşte bundandır ki doğa hatırladı beni kadına değdim. Yuvarlandım yuvarlandım ve bir mazgalın altına giriverdim. Evet bu koku toprağın kokusuydu, toprak…

Bir tohum için vatan  demekti toprak. Yaşam demekti. Memleketine kavuşmuş bir sürgünün mutluluğuydu taşıdığım. Dünyanın en eski aşkının kavuşmasıydı. Geçirdiğimi birkaç saat ömre bedel acılar yaşatmıştı. Şimdi sıra beklemekteydi. Bekleyecektim. Toprağa sarıldım. Bir avuçtu vatanım ama benimdi. Yeterdi.

Duyuyordum. Berrak suların kayalara çarpışını andıran incecik sesleriyle türkü söyleyen tutsakları duyuyordum. Kokluyordum. Kına kokan elleri vardı bazen saçlarından düşen tek teli kokluyordum. İçiyordum. Yağmurun karın tanını bildiğim kadar biliyordum kanın tadını da, içiyordum. Ve anlıyordum. -Mesele esir düşmekte değil teslim olmamakta tüm mesele-

Kadife seslerin yarınlarını anlatışıyla ,şiirle ,şarkıyla , halayla geçirdim bir kışı. Barışa adanmış hayatları gözleyerek,  ne kadar da benzediğimize şaşarak geçirdim günleri. Dağlardan bahsedenler vardı, köylerden ,çocuklardan, aşklardan... Savrulurken hayal ettiğim ne varsa yanı başımdaydı şimdi. Bekledim.

Ve bir şiirin son dizeleriyle kırdım kabuğumu. İçimde sakladığım ne varsa; barış ,adalet ,özgürlük şimdi dışarıya taşmak için koparıyordu zincirlerini . Yavaş yavaş yükseliyordum. Toprağı yarıyordum. Ve güneşin tenime ilk değişi ; özgürlük.  Ne acılar çekmiştim ne yorulmuştum . Eser yoktu şimdi. Haykırıyordum dünyaya umudu , yeşili. Maviye değiyordu başım. Zafer benimdi ben kazanmıştım…

Rüzgarın tatlı dansına nazlı nazlı eşlik ederdim. Ilık ılk eserdi rüzgar baharda. Kınalı ellerden yapraklarıma damlayan sular köklerime ulaştıkça boyattım. Hiç bu kadar özenli bakılacağımı hiç bu kadar yeşereceğimi düşünmezdim. Kara duvarla  çevrili soğuk betonları kızıl türküleriyle tutuşturan barışın kadınları. Yazmaları ,kınaları saçlarıyla dillerinde türküleriyle ve bilinçlerinden saçılan ışıkla büyüttüler  beni. Hikayelerle masallarla … Dertleşirdik.  Direniyorlardı. Güç veriyorduk birbirimize. Yaşıyorduk. Bir açışımla neleri taşımıştım şu daracık avluya .O güne kadar..

Mavinin türkülerime eşlik ettiği bir gündü. Kadınların parmakları bana değerken ne kadar da nazikti. Suyumu verdiler. Toprağımı kontrol ettiler. Ve mucizenin adıydım ben yüzlerinden binlerce gülücüktüm.

Sonra çirkin adımlarıyla gelmeye başladılar. Karanlık yüzleri kötü kokan elleri vardı. Maviye ilk değişim geldi aklıma incecik bedenim kan kokan ellerin pençesindeyken. Bağırdılar. YASAK koydular tekmelerin adını. Ezdiler beni. Şimdi bir çöplükte narin yapraklarım kururken köklerimde kalan son toprak zerresine beni çığlıklarıyla uğurlayan o kadınların hikayesini fısıldıyorum. Kısacık hayatımı ve onu anlamlı kılan tutsak kadınları düşünüyorum.

Ne rüzgarı duyabilirim ne güneşi içebilirim artık. Yağmur ise sadece bedenimi çürütmek için yağacak. Yolculuğum bir çöplükte son bulurken geriye bir fotoğraf karesine sığdırılmış belki bir ceza tutanağına adı yazılmış hatta tarihin bir köşesinde hikayesi anlatılacak bir fidan olduğum gerçeği kalıyor.. Bir dal yeşillim . Hala umudu hala barışı taşıyorum.  Çünkü biliyorum ne doğayla ne yiğit insanoğluyla başa çıkamayacak çirkin eller. Biliyorum ,onca haksızlığa rağmen çiçek açan kendimden biliyorum , o çiçeği besleyen tutsaklardan biliyorum,  biz kazanacağız.

Büyük ve soğuk duvarlar ardında o mazgalın altında beklerken de filizlenip çiçek açtığımda da sökülüp bir çöplüğe atıldığımda da umudumu asla yitirmediğimi fark ettim. Belki başka bir yerde belki daha uzun bir ömür yaşayabilirdim. Belki yüzyıllarca nefes salabilirdim dünyaya . Ama salamazdım asla umudu ,ışığı ,barışı ,zulme başkaldırıyı o mazgalın altından fırlayışım kadar. Ve hiç bu kadar cevap olamazdım zalime, ne yaparsan yap açacağız ,diye.

Toprağın altında ya da üstünde bu yoldaşlık hiç bitmeyecek.  Savaşmaya toprağın altında devam edecekler. Ve o gün , toprağa sarıldıkları o gün sökülüp tekmelenen ,yasaklar konan tüm tohumların kokusunu üzerlerinde taşıyacaklar. Toprak onları bu kokudan tanırken belki de haksızlığa karşı nasıl başkaldırdığımızı  dinleyecek bir kez daha. Yok edilen tüm tohumlarının türküsü bu onurlu savaşçıların bedenlerinden yükselecek.

Şimdi yarının tohumu olan ellere , çiçeğin tohumunu yasak eden zihniyeti kendisini bekleyen kaçınılmaz sonun adaletine bırakıyorum. Çünkü biliyorum toprağın altında demlenen binlerce tohum gibi mapus damlarında direnen binlerce yiğit de yeşerecek açacak bin kez yeniden doğacaktır.

Çünkü biliyorum yarın kızıl  .

Yarın yeşil. Yarın mavi. Yarın bizim çünkü biliyorum.

...zılgıt...

AĞIRLIK MEVZUSU

Başında dayanılmaz bir ağırlıkla uyandı. Yatağın sağ tarafında bir oyuk oluşmuştu. Bu oyuk şüphesiz bütün geceyi beraber geçirmek zorunda kaldığı kocasının karyolaya verdiği ağırlıktandı. Karyolaya ve kadının hayatına verilen ağırlık , dün gece ve tüm gece sürmüştü.

Ağırlık mevzusu önemli tabi. Zira dünyaya gözünü açtığı ilk andan itibaren ağırlığını hissettiği abileri ve babası sayesinde düğün günü hediye paketi gibi sımsıkı kapatılabilmişti. Beline bağlanan kuşak baba ve abiler tarafından üçer kez sıkıca düğümlenmiş ve bekaretinin başındaki ağırlık tarafından özenle korunduğu cümle aleme duyurulmuştu. Şimdi bembeyaz gelinlikle temsil edilen saf dünyasının içine rahatça edilebilirdi. Sonuçta artık o sokakta hanım efendi yatakta oruspu olmanın öğütlendiği koca evine doğru yollanıyordu. O yolun sonu,  anahtar deliklerinden sık sık kontrol edilecek ve yakın arkadaş olmalarından ötürü bu onura layık görülen bir çift tarafından bütün gece denetlenecekti. Sabah çalan kapıdan çıkacak birkaç damla kanlı çarşafın haberi bu çift tarafından önce kocasının ailesine sonra kendi ailesine gidecek,  böylelikle namuslu kız vermenin onuru namuslu kız almanın onuruyla buluşacaktı. Bu alışverişin sonu yeni bir hayatın başlangıcı olacaktı.

 

Bundan sonraki işi kocasını memnun etmek. Yemeğin tuzu, lafın azı ,çamaşırlar iyi yıkanmalı , mutfak mutlak temiz olmalı. Kayın kökünden türeyen ve çeşitli tamlamalarla çoğalan nice akrabaya saygıda kusur etmemeli. Ama en çok  o’nu yapmalı. O’nu … Hani anasının koynunda geçirdiği son gece sıkı sıkı tembihlendiği,  ahlaklı olmakla şehvetli olmak arasında kalan o’nu… O ki çok hevesli olmak da fena kaçıp utanmak da. O ki ayarı iyi bilinmeli ve koca ne zaman isterse istesin verilmeli. Bu alışverişin devamıdır, yatak odasında hep sürmeli.

 “Sonrası önemli değil aslında. Çamaşır bulaşık bahane . Erkeğin siniri hep ondandır. Senin öncelikli görevin kocanı doyurmak, hizmet etmek, gölünü hoş tutmak. Erkeği mutlu etmek”

O erkek ki artık evinin reisi ,başının tacıdır. Seni korur kollar. Eve ekmek getirir. Varlığı bile yeter. Sonuçta Kocanın gölgesi ağırdır. Kocanın gölgesi yeter. Bütün gece üzerinde olacak tüm hayatını kaplayacak o gölge ve o ağırlık. Başında dayanılmaz bir ağırlıkla uyandı. Bu sabah ve her sabah. Bu ağırlık o ağırlıktı. Bu kadında ve her kadında.

...zılgıt…